Türkiye İhtilalci Komünistler Birliği

Vikipedi, özgür ansiklopedi

Bu maddenin tarafsızlığı konusunda şüpheler var.
Maddede taraflı olarak övme ya da yerme amacını taşıyan ve doğruluğu kanıtlanamayan kısımlar olduğu iddia edilmektedir! Ayrıntılar için tartışma sayfasına bakınız.


KÜÇÜK AMA BOLŞEVİK BİR MÜFREZE: TİKB


YAŞAR AYAŞLI


Bundan on yıl kadar önce devrimci örgütler büyük ya da küçük olmak, tanınmak ya da tanınmamak gibi kıstaslarla ölçülürlerdi. Ama, insanlara gerçek dostlarını felaket anında tanımayı öğreten 12 Eylül yılları bu ölçütleri değiştirdi. Yaşanan bunalım, büyüklüğü hak etmemiş "büyük"lerin başını yedi, çürüyeni geriye fırlattı, dirileni ve çelikleşeni ileriye sıçrattı. Herşeyi düzene koyma alışkanlığındaki tarih bunu yaparken, farkedilmemiş veya ikinci planda kalmış olanı da öne çıkardı. İşte, 80'den önce fazla tanınmayan "küçük ama çelikten Bolşevik müfreze" TİKB de bunlardan biriydi.

Türkiye İhtilalci Komünistler Birliği, Şubat 1979'da, Marksizm-Leninizmi eylem kılavuzu edinmiş ve Bolşevik parti modeline göre örgütlenmiş parti öncesi bir öncü müfreze olarak kuruldu. Bu, aynı zamanda küçük burjuva devrimciliğinden evrilen bir grubun devrimci demokrasiden tamamen koparak proleter sosyalizminin mevzilerine geçmesinin de sıçrama anıydı.

Sonradan TİKB'yi kuracak önder kadroların devrimci mücadele yaşamları 1968'lerde Dev-Genç çatısı altında örgütlenmiş küçük bir devrimci grup içinde başlar. Grubun o zamanki sİyasal haritadaki yeri uluslararası planda AEP-ÇKP blokunun, ülke planındaysa MDD kampının safları olarak tanımlanabilir. MDD geleneğinden, militanlığından başka, vurguyu Türkiye'de kapitalizmin egemenliği ve proletaryanın tarihsel misyonu üzerine yapmakla ayrılıyordu. 12 Mart darbesiyle birlikte yeraltına çekildikten sonra Denizli soygununu gerçekleştirdiyse de, çok geçmeden çökertildi. Düzene ve geleneksel oportünizme karşı "68 Kuşağı"nın ihtilalci başkaldırısının bir ifadesi olmasına rağmen, diğerleri gibi o da, belirsiz çizgisi ve ütopik projeleri, sekter yapısı ve sol eytem tarzı ile küçük burjuva sosyalizmini henüz aşacak durumda değildir.

12 Mart'ın ardından tekrar örgütlenen grup, yeni döneme, bazılarının bugün yeni farkettikleri ulusal kurtuluşçuluk ve halkçılık perspektifinden sıyrılmaya çalışıp, proleter sosyalizmine yönelik adımlar atarak girdi. Bu amaçla önüne partileşme ve işçi hareketiyle birleşme hedeflerini koyarak, sosyalizmin propagandasını ve kitle ajitasyonu yapmak üzere, seçme öğrencilerden devşirdiği kadrolarının çoğunu işçiler arasına yolladı. Ama, bellibaşlı büyük kentlerdeki işçi ve öğrenci çevrelerinde güçlendiği bir sırada, 1975 sonuna doğru küçük burjuva geçmişinin özeleştirisini yapması üzerine THKO ile birleşti.

Olumlu yanlar da taşıyan bu birleşmenin temel eksiği, ayrılık noktalarındaki ve bunları giderme yöntemlerindeki belirsizliklerdi. Bu belirsizlikler, aradan iki yıl bile geçmeden "Üç Dünya Teorisi" odağında başlayan tartışmalar ve öbür görüş ayrılıklarıyla kendisini ortaya koyacaktır. AEP eğilimli muhalif kanat, baştan beri savunmadığı bu karşı devrimci "teori"nin terki yanında, THKO'nun yarı legal, dernek benzeri Menşevik örgütlenmesinin popülist/kuyrukçu/kendiliğindenci çalışma tarzının düzeltilmesini de istemekteydi. Ama, görüş ayrılıklarının asıl arka planında, Merkezin "Türkiye yarı feodaldir", "devrimin özü toprak devrimidir", "milli kapitalizmin geliştirilmesi", "uzun süreli halk savaşı" gibi tezlerine karşılık, Muhalefetin "geri kapitalist ülke", "proletaryanın sosyalist görevleri", "devrimin kesintisizliği", "silahlı halk ayaklanması" vb. hakkındaki farklı anlayışları yatıyordu. Zamanla haklı çıkacak olan Muhalefet, THKO (sonradan TDKP) yönetimi sağ oportünist çizgide ısrar edince, geniş bir taraftar kitlesiyle birlikte Mayıs 1977'de ayrılmak zorunda kaldı.

Muhalefet ayrılırken bazı yöntem hataları da yaptı. Örgütlenmeyi ve sınıf mücadelesini yadsıyıp, "Marksist okuma grupları" kurmakla yetinmeyi savunan anti-Stalinist, tasfiyeci öğrenci çevreleri bundan yararlanarak saflara sızdılar. Bir kısım eski grup önderlerinden de güç alan bu tehlikeli entelektüelist sapma, sonunda tasfiye edildi ama geniş bir taraftar kaybından da kaçınılamadı. Öte yandan, aynı süreç, 1978 sonuna doğru Mao revizyonizminin etkilerinden ve küçük burjuva unsurlardan kopuşla sonuçlandığından, Marksist-Leninist bir örgütün ideolojik, siyasi ve örgütsel temellerini hazırlamak gibi olumlu bir rol oynadı. Böylelikle, TİKB, proleter sosyalizmine dönüşüm sürecini tamamlayarak, Marx, Engels, Lenin ve Stalin'in öğretileriyle sağlıklı bir bağ kurmakla kalmayıp, bu hattın günümüzdeki sadık izleyicisi AEP'nin yanında saf tutan Türkiye'deki ilk örgüt de olmuştur.

TİKB tarihinin dönüm noktası, çeşitli bölgelerden delegelerin katılımı ile Şubat 1979'da yapılan kuruluş kongresi niteliğindeki gizli toplantıdır. Yeni Merkez Komitesi bu toplantıdan sonra legalizme, amatörlüğe, şekilsizliğe ve grup alışkanlıklarına karşı, Leninist örgüt ilke ve normlarını yerleştirmek üzere bir kampanya başlatarak, örgütü dipten doruğa yeniden inşa etmiştir. Bu, o dönemde --ve hala bugün de-- Türkiye solunun temel zaafı durumundaki tipik örgütlenme şekli olan yarı legal, sınırları belirsiz, laçka ve dernek benzeri grup yapılarını aşan Leninist bir örgütlenmeydi. Proletaryanın bağımsız sosyalist hareketinin oluşturulmasında ancak böyle bir örgütlenme çıkış noktası olabilirdi. Üstelik bu örgütsel yeniden yapılanma, dönemin grup yapılarının ikiz kardeşi durumunda bulunan öncü müfrezeyi demokratik kitle örgütleri, sosyalist görevleri demokratik görevler, proleter sosyalizmini "yurtsever devrimcilik" --ya da devrimcilik--, proletaryayı halk içinde eriten yerleşik oportünist anlayışlara karşı alınan bilinçli tutumla tamamlanmaktaydı. Yine aynı dönemde burjuva yasalarının Prokrustes yatağına yatırılmış legal Marksizm modasına alternatif olarak çıkarılmaya başlanan ve dağıtımları silahlı gruplarca yapılan illegal yayın organları Orak-Çekiç ve İhtilalci Komünist ise, çok yönlü bu inşa faaliyetinin adeta yedek kılavuz ipleri gibiydiler.

İhtilalci Komünist'in ilk sayısında yayınlanan "TİKB Platformu"na göre, Türkiye, emperyalizmin yeni sömürgeci boyunduruğu altında, kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olduğu geri kapitalist bir ülke idi. Temel dayanağını yarı feodal toprak ağalığı ekonomisinde bulan pre-kapitalist ilişkiler, esas olarak, ulusal sorunla örtüşmüş vaziyette T. Kürdistanı'nda yoğunlaşmıştı. İşbirlikçi tekelci burjuvazi ile büyük toprak sahipleri ittifakına dayanan egemen sınıflar blokunda hegemonik güç, emperyalist sermayenin genişletilmiş yeniden üretimi sürecinde biçimlenmiş, klasik komprador burjuvaziden farklı, holdingleştikçe sınai/ticari/para sermayeyi gitgide daha çok tek elde birleştirme eğilimi gösteren tekelci burjuvaziydi. Öbür yandan, Türkiye hala bir küçük burjuvalar ülkesi olmakla birlikte, devrim güçleri arasında yeralan köylü yığınlarının, kent küçük burjuvazisinin, gençliğin ve ilerici aydınların önderi proletarya, niteliğinin ötesinde sayısal gücüyle de merkezi bir konumdaydı. Dolayısıyla, Marksist-Leninistler sınıfa dayandıkları, strateji ve taktiklerini bu eksen üzerinde belirledikleri ölçüde tutarlı devrim ve sosyalizm savaşçıları olabilirlerdi.

Ayrıca "Platform", yarı sömürgelik koşulları, feodal artıklar, Kürt ulusal sorunu ve diğer genel demokratik/anti-faşist görevler nedeni ile Türkiye devriminin bugünkü aşamasını Anti-Emperyalist Demokratik Halk Devrimi olarak belirliyordu. Ancak, bu, kapitalizmin nisbi gelişmişliğinden ve proletaryanın gücünden ötürü sosyalist görevlerin özgül ağırlığının görece fazla olduğu, sosyalist devrime daha hızlı dönüşebilecek, proletarya devrimi tipine yaklaşan bir devrim olacaktı. İşçi-köylü ittifakı temelinde halkçı bir muhtevada gelişecek bu devrimden sosyalizme kesintisiz --ve ara aşamasız-- geçiş, devrimin ancak kendi öncü partisinin yönetimindeki proletaryanın hegemonyası altında gelişmesi ve devrimden doğacak halk iktidarının proletarya diktatörlüğünün özgül ve geçici bir biçimi olmasıyla mümkün olabilirdi. "Platform", dığer birçok sorunu ele aldıktan başka, devrimin gelişme yolunu Çin tipi "uzun süreli halk savaşı", Küba tipi "öncü savaşı" ve Ekim Devrimi tipi "sovyetik ayaklanma" gibi modellerle açıklayan hazır reçeteleri de reddediyor, silahlı mücadele hattını tarihsel ve konjonktürel etkenlere, ülke gerçeklerine bağlıyordu.

1979, bir yandan devrimci ilerleyişin katı ve güçlü bir karşı devrim doğurarak iç savaşa doğru geliştiği, öbür yandan objektif etkenlerle subjektif etkenler arasındaki mevcut uçurumun gitgide büyüdüğü bir yıldır. Buna rağmen, dağınık ve bölünmüş, olayların peşinden sürüklenen, strateji ve taktik biliminden habersiz, iktidar perspektifinden yoksun, savunmacı ve görüş alanını neredeyse anti-MHP'cilikle sınırlamış Türkiye solundaki kaosa da diyecek yoktur. TİKB, bunlardan büsbütün muaf değildir elbette ama gerekli uyarı ve eleştirileri de zamanında yapmıştır. Uyarının yetmediği yerde ise ister istemez kendi yolundan yürüyecek, kitle bağlarını gücünün üstünde bir dinamizmle geliştirmeye, yığınların her çeşit eylemlerine önderlik etmeye, bütün mücadele biçimlerini kombine ederek, tek bir hedefe, siyasi iktidar mücadelesine bağlamaya çalışacaktır. Gösterilerdeki, faşistleri cezalandırma ve para temini eylemlerindeki, barikatlardaki, korsan gösterilerdeki, devlet güçleriyle çatışmalardaki vs. saldırı taktiğine uygun militan eylem hattı ise, bu perspektifin doğal sonucudur. Bu arada, Nisan 1980'de toplanan TİKB I. Konferansı da, diğer birçokları gibi, egemen sınıfların otorite bunalımlarını bir askeri faşist darbeyle çözmeye yöneldikleri uyarısında bulunuyordu. Bundan TİKB'yi oportünistlerden ayıran özsel şey şuydu: Yeraltı örgütünün sağlamlaştırılması, kadroların hazırlanması ve sınıf savaşının şiddetlendirilmesi.

Nitekim faşist darbe kendini fazla bekletmedi. Cunta, sonucunu tam kestiremese de, zaaflarla yüklü devrimci hareketi vakitsiz bir hesaplaşmaya zorladı ve bir bakıma Paris Komünü'ndeki gibi, onu, "ya vuruşmayı kabul etme, ya da dövüşmeden yenik düşme seçeneği" karşısında bıraktı. Kendi hesabına TİKB, daha ilk anda oportünist "geri çekilme"ciliği reddederek, önce yenmek için, ama hiç olmazsa dövüşe dövüşe yenilmek için, diktatörlüğe karşı direnme kararı aldı; mücadelesini de sektirmeden bu rotada yürüttü. Ve faşizme karşı bir komüniste yaraşır şekilde ancak ülkede olunduğu takdirde savaşılabileceğini dikkate alarak, devrimin mezar kazıcısından başka bir şey olmayan mülteciliği de kadrolarına yasakladı.

Ne var ki, faşist diktatörlüğün devrimci ve komünist hareketi yenilgiye uğratması altı aydan fazla zaman almayacaktır. Üstelik bu, kıyaslama yerindeyse, 1848, 1871 ve 1905 devrimlerindeki, hatta.12 Mart'taki yenilgilerin aksine, genelde "dövüşsüz bir yenilgi" idi. Elbette, bu hazin sonun darbe öncesi döneme ilişkin subjektif ve objektif nitelikte birçok nedenleri vardı. Ama, bu, yenilgiyi kaçınılmaz bir kader saymanın, hele savaşmadan yenik düşmenin yeterli nedeni olamazdı. Eğer devrimci güçler sonuna dek direnselerdi, süreç mutlaka daha farklı bir yönde gelişecekti. Oysa yapılan bunun tam tersiydi: Yasal revizyonist partiler, reformist sendikacılar, "geri çekilme"ci oportünist örgütler ve bazı ilerici aydınlar faşizme karşı savaşacakları yerde darbenin daha ilk günlerinde ellerindeki mevzilerle birlikte mücadele alanlarını terkettiler, etraflarına korku ve dehşet yayarak kaçtılar, hatta içlerinden faşizme kavuk sallayanlar bile çıktı. Dahası, bir süre bekle-gör tavrı izledikten sonra, 1981 ortalarına doğru birkaç operasyonda çökertilen ve bu çökertilmenin yarattığı ani şokla darmadağın olup bir daha örgütlenmeye çalışmayan küçük burjuva devrimci gruplar da aynı suça ortak oldular. Bu bakımdan, nice umut ve vaadlerle çevrelerine binlerce/onbinlerce insanı toplayan modern revizyonistler olsun radikal geçinen diğerleri olsun faşizmle kavgaya girişmemekle, yani sahaya çıkmamakla devrimci hareketin yenik düşmesine zemin hazırlamışlardır.

Son yıllarda siyaset sahnesine tekrar çıkmış bulunan bu lanetli günahkarlar işledikleri ağır suçlardan ders çıkarmışlar mıdır? Tam tersine, sanki hiçbir şey olmamış gibi davranıyor, geçmişi unutturmaya çalışıyorlar. Oysa, bunların utanç verici eserleri olan mülteciliğin, düşmana teslim olmanın, örgütü feshetmenin, içe kapanmanın, mücadeleyi tatil etmenin, polisteki/hapisteki/mahkemedeki teslimiyetçiliğin, Marksizm-Leninizmi "yenileme"nin vs. tek anlamı, indirgenebileceği tek ortak payda tasfiyeciliktir. Kendini benzer biçimler altında gösteren tasfiyecilik, sadece dövüşsüz yenilginin değil, devrimci hareketin bugünkü perişanlığının da başlıca sorumlusudur. Eğer tasfiyecilik bu denli ağır, bu denli uzun ve bu denli yaygın yaşanmışsa, bunun nedeni, onun eski oportünizmin kökleri üzerinde ve dövüşsüz yenilgi ortamında arsızca gelişme imkanı bulmasıdır. Bundan ötürü, tarihteki benzerleri gibi, Eylül yenilgisi de ardında sosyo-psikolojik etkileri bugüne dek uzanan düş kırıklıkları, kendi gücüne güvensizlik, darbe psikozu, yeraltı korkusu ve "consensus" tutkunluğu bırakmıştır. Benzer şekilde mültecilik, yasalcılık, demokratizm, plüralist "sosyalizm", anti-Stalinizm, sivil toplumculuk, sosyalist feminizm vb. de bu zemin üzerinde gelişip güçlenecektir.

Buna karşılık, Türkiye'de, yenilgi yıllarının en kötü günlerinde bile ülkeyi ve mücadele alanını terketmeyi reddeden komünistler ve devrimciler de vardır. Faşist terörün, ölümlerin, ihanetlerin, tuzakların, firarların kol gezdiği günlerde TİKB yaşıyor ve savaşıyordu. Halk kitleleri onu hiçbir vakit gözden kaybetmediler, ne tökezlediğini ne de düşmanın menzili dışına kaçmaya çalıştığını gördüler. TİKB, faşizmin üzerindeki yumruğuna ve operasyonlara rağmen, her zamanki ataklığı ile, yeraltı gazetesi, bildiri, pul, duvar yazısı, bombalı pankart, askeri eylemler, kitle çalışması gibi faaliyetlerini aralıksız olarak sürdürdü. Düşmanla göğüs göğüse geldiğindeyse ölmesini ve öldürmesini bildi, direnişinin faturasını ödemekten kaçınmadı. Nitekim üyelerinin neredeyse yarısı şehit düşen Merkez Komitesi: Osman Yaşar Yoldaşcan'ı (1980) çatışmada, İsmail Cüneyt'i (1983) işkencede, Mehmet Fatih Öktülmüş'ü (1984) ölüm orucunda faşizme kurban verdi. Ve daha birçok savaşçısı aynı yiğitlikle dövüşerek öldüler.

Faşist gericilik yılları, TİKB'nin siyasal mücadele kültür ve geleneklerini geliştirdiği, sınamadan geçirdiği yüksek bir okul oldu. Devrimci hareketin ve kendisinin geçmişinde bulunan işkencede direniş geleneğini koruması, onu mekanikliğe düşmeden yaratıcı şekilde geliştirmesi ve erişilen genel seviyeyi aşarak proleter bir içerikte zenginleştirmesi bunlann başında gelir. TİKB, merkezinin tamamı dahil olmak üzere, kadrolarının çoğunluğu siyasi poliste konuşmayan Türkiye'deki ilk ve tek örgüttür. Bu, aynı zamanda işkencede sır vermemenin kişiler düzeyinden "örgüt tavrı" düzeyine sıçratılması demektir. Yine, ifade vermemek, sahte kimlikte direnmek, tutanak imzalamamak, acıya tepki vermemek, yüzleştirmeleri reddetmek vs. de devrimci hareketin direniş cephaneliğine yapılmış zengin bir katkıdır. Üstelik "aynı" baş eğmez tavır, cezeevlerindeki faşist yaptırımlara ve rehabilitasyon politikalarına karşı ölüm oruçlarında, açlık grevlerinde ve fiili direnişlerde de kesintisizce sürdürülecektir, sürdürülmüştür.

Yalnızca polis ve hapisteki direnişlerle sınırlı kalınsaydı, bunlar tek başlarına pek bir anlam ifade etmezlerdi. Halbuki, TİKB bunlardan başka, Eylül yıllarında mülteciliği reddetmesi, polise karşı mücadele ve gizlilik geleneklerindeki yetkinliği, sokak ve ev baskınlarında asla teslim olmaması, mahkemelerdeki Dimitrovcu tavrı, Leninist örgütlenme ilkelerine bağlılığı ve savaşçı karakteri ile, en önemlisi de kendisinin ve militanlarının şahsında birleştirdiği bu özelliklerle komünist dünya görüşü arasında uyumlu bir bütünlük sağlaması ile Türkiye toprağında yeşermiş bir öncü müfreze ve profesyonel devrimci tipolojisi yaratmıştır. Bu, küçük buıjuva örgütlerden tanıdığımız, devrimci atılım günlerinde aktif, yenilgi günlerinde pasif, legalitede canlı illegalitede pısırık, sokakta savaşçı mahkemede uzlaşıcı, hapiste direnen poliste çözülen, dernekçilikte gürbüz profesyonellikte sıska devrimci tipinden tamamıyla farklıdır. Dolayısıyla, 80'lerin ilk yarısının bir anlamı da, "tipik kişiler"i, "tipik durumlar"da ve "tipik konumlar"da resmetmesidir.

Sonuç olarak, 12 Eylül döneminin geçmişi ve geleceği kendinde birleştirmek gibi özel bir yeteneği vardır. Çünkü o dönemin en koyu tasfiyecileri, aynı zamanda darbe öncesinin ve günümüzün de en koyu revizyonistleridir. Bugünkü Gorbaçov ve Yeltsin hayranları, Glasnost ve Perestroyka savunucuları, Lenin ve Stalin eleştirmenleri, sosyal demokratlaştırılmış "Marksizm" ve hümanizm teorisyenleri yenilgi yıllarında neredeydiler? Ama revizyonist ülkelerdeki son gelişmeler, başta Moskova peykliğinin ve ortayolculuğun tutunduğu dalları da birer birer kırmaktadır. Çünkü kulaklarımıza dek gelen şu çan sesleri, emperyalistlerle sarmaş dolaş halde çökmekte olan SB, Doğu Avrupa ve Çin revizyonistlerinin cenaze törenlerinin habercisidir. Hayat, TİKB'nin yıllardan beri sabırla anlatmaya çalıştığı kapitalizme geri dönüş ve sosyal emperyalizm hakkındaki tezlerini çürütülemez bir şekilde doğrulamaktadır, daha da doğrulayacaktır.

Türkiye solu, bugün ciddi bir bunalım içindedir. Bu bunalım, ancak yenilginin acı derslerinden öğrenmekle, her türden revizyonizmden ve tasfiyecilikten arınıp Marksizm-Leninizm ideolojisine sarılmakla aşılabilir. Yoksa çıkış yolunu çok çeşitli maskeler ardında Marksizm-Leninizmi, Lenin ve Stalin'i, onların sosyalizm teori ve pratiğini, Komintern deneyimini vb. sorgulamakla arayanlar, örnek aldıkları Gorbaçov'un ve onun karikatürlerinin hazin akıbetlerinden kendilerini kurtaramazlar. Çıkış yolu, hayatın her adımda bir kez daha doğruladığı gibi, Marx, Engels, Lenin ve Stalin'in ihtilalci öğretilerinin özüne "Ortodoks"ca bağlılıktadır. TİKB'nin tarihinin ve en az yirmi yıllık tecrübe birikiminin öğrettiği en büyük ders budur.




Kaynak: "Küçük Ama Bolşevik Bir Müfreze", Yaşar Ayaşlı, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, s. 2274-75.